4 Haziran 2025 Çarşamba

 


Film: Kulağını Bana Aç  (25")



Yazan / Yöneten-Written / Directed by Hamza Çelikel



Oyuncular / Cast

Aliye Uslu

Zafer Çayan

Görüntü Yönetmeni / Director Of Photography

Burak Günaydın

Sanat Yönetmeni / Art Director

Tahir Büyükkaragöz

Hamza Çelikel

Kurgu / Editing

Abdullah Camioğlu

Beste / Ses Tasarım - Composer / Sound Design

Umut Saruhan Özgüler

Ses / Sound

Kayra Zühre

Işık / Lighting Technician

Mehmet Can Ünal

12 Eylül 2024 Perşembe

 

 

Albert Camus için Cezayir Bağımsızlık Mücadelesi ve “Misafir” Adlı Öykü Üzerine

                                            Hamza Çelikel

Albert Camus (1913/Cezayir – 1960/Fransa)

 

Camus, Cezayir’de geçen dört öykü yazmıştır. Camus’nun doğduğu topraklarla ilişkisini bir parça da olsa ortaya koyan bu dört öyküden biri de  “Misafir” adlı çalışmasıdır. Camus bu öyküsünde ‘Yabancı’(Daru) da “Öteki”(Arap, Mahkûm) kavramı üzerine bir anlatı bizlere sunmaktadır. Öykünün Fransızca adı, ‘misafir’ veya ‘ev sahibi’ anlamına gelen L’Hôte kelimesidir. Öykü de “Arap veya Mahkûm” olarak tanımlanan kahraman, her ne kadar bir gölge gibi görünüyor olsa da merkezde olduğu ve öykünün diğer kahramanları ancak onun varlığı etrafında şekillenebildiği için öykünün adını “Misafir” olarak çevirmek yerinde olacaktır.

Cezayir Bağımsızlık Mücadelesi 1954 yılında başlamış ve 1962 yılında Cezayir, bağımsızlığını ilan ederek nihai olarak sonuçlanmıştır. Albert Camus’nun Cezayir üzerine anlatılarını, Cezayir halkı üzerine tutumunu bilmeden öykülerini okumak eksik ve yanlış yorumlamaya neden olacaktır. Her ne kadar anlatılarında “Vicdan, olası kardeşlik durumu, yabancılaşma” gibi kavramlara değinse de Camus, Cezayir bağımsızlık mücadelesinde gerçekten de evrensel değerleri üzerinden bir tutum mu sergilemiştir?

Cezayir halkının sömürgecilerle haklı mücadelesi karşısında Camus, genelde sessiz kalarak veya bir iki cılız söyleminden başka bir demeç vermemiştir: Bu açıklamalar da aynı topraklarda bir arada yaşamanın gerekliliğinden, “Siyah Ayak” larla Cezayirlilerin kardeş olduğuna değinen açıklamalardı. (Camus; Cezayir de doğan Fransızlar için “siyah ayak” tanımı kullanıyordu.) Ayrıca Cezayirlilerin, Fransa’nın himayesi altında yönetilmesi gerektiğini savunuyordu. ¹  Camus, bazıları için az rastlanılan bir kahraman olarak görülse de bazıları için de tutarsız bir yazar olarak görülmüştür.

Cezayir bağımsızlık ilanından beş yıl sonra (1967) Cezayir Milli Eğitim Bakanı Ahmet Taleb İbrahimi tarafından düzenlenen " Bir Cezayirlinin gözünden Albert Camus" adlı konferansta Camus’ya dair alışıla gelen düşünceleri sarsmaktadır. Bu konferansta Camus’ya dair düşünceler genel olarak; “Yazar, romanlarında sömürgeleştirmeye hiç yer vermeyerek, yabancı adlı romanında Arap’ın ismini reddederek, Cezayir’de Fransanın egemenliğinin “geç kalınmış savunucu” olduğunu itiraf eden biri olarak mahkûm ediliyor.” Bu düşünce etrafında şekillenir.

Camus, yalnızca ‘Yabancı’ adlı romanında değil, ‘Misafir’ adlı öyküsünde de kahramanını, biri etnik öteki de hukuksal bir terimle “Arap veya Mahkûm” olarak sunmaktadır. Böylece kahramanını bir özne olarak tanıtmayıp, okur ile kahramanı arasında bir bağ kurulmasının önüne geçmektedir.

Ayrıca İbrahimi, ‘Yabancı’ adlı romanında Arap’ı ölüme sürüklediğini dile getirir. Camus, ‘Misafir’ adlı öyküsünde de Arap’ı ölüme sürükler. İbrahimi bu durumu Camus için "Bilinçaltında", "Arap'ı öldürerek", "Cezayir'i seven ama Cezayirlilerden kurtulmadıkça bu Cezayir'i tasavvur edemeyen Siyah Ayak’ın rüyası…” olarak tanımlar.  

İbrahimi, “Cezayirli olmayı hak etmeyen Camus, bizim için bir “yabancı” olarak kalacaktır.² ” diyerek düşüncesini dile getirmiştir.

Albert Camus’nun Misafir adlı öyküsünü, “Vicdan ve Olası Kardeşlik Durumu” üzerinden okumalar yaygın olsa da gerçekte öyküde baskın olan düşüncenin okur üzerinde bırakacağı etkinin izini sürmek çok daha faydalı olacaktır.

Öyküyü, Cezayir’de yaşayan bir insan olarak okumaya çalıştığımızda yazarın evrensel değerlere karşı tutumuna dair izler görebileceğiz.

Genelde öykü ‘olası kardeşlik durumu’ üzerinden analiz edilse de öykünün kahramanlarından Daru, öğretmen olduğu ve öykünün büyük bir kısmı sınıf ortamında geçtiği için öğretmen-öğrenci iletişimi üzerinden değerlendirilmesi belki daha çok fayda sağlayacaktır.

Sömürgecilerin bir mensubu olan jandarma Balducci, kendisi atın üzerinde Arap’ı da ipe bağlayıp atın arkasından yürüterek getirmiştir. Albert Camus gibi Daru’da Cezayir’de doğmuştur.

Balducci tarafından peşi sıra getirilen istenmeyen bu kişiye karşı öğretmen Daru, kendisine bırakılan mahkûmu fiziksel özellikleri üzerinden değerlendirmeyi tercih eder. Sınıfında, okulunda yüz hatlarını kıyafetlerini üzerinden onu yargılamayı sürdürür. Sürekli bir nefret halindedir. Ön yargılarla doludur ve bu duyguyu öykü boyunca aşmak hiçbir çaba zarfetmez.  Arap’ın sorumluluğunu almamak için diretse de bir üst dilden konuşan Balducci, Daru’yu ikna eder. Balducci okula gelip gidinceye kadar geçen süre boyunca jandarmanın bütün sözleri ve eylemleri sömürgeci yönetimin sembolüdür. (Arap yerde otururken kendisinin kanepeye kurulması, “Gel, sen…”gibi hitap şekilleri, Arap’ın karıştığı cinayetin nedenini umursamayıp, Arap’ı bir vahşi gibi göstermek için cinayetin işleniş şeklini tutkuyla anlatması… Daru’ya emirlerden ve sorumluluklardan bahsetmesi, oradaki yerli halktan bahsederken “Biz ve Onlar” diye ifade etmesi gibi…)

Daru, “yabancılaşmanın örneği” olarak tanıtılsa da aslında sömürü düzenin bir mensubu olduğu çok bellidir. Bu sömürü ailesinin biraz huysuz ve dik başlı bir çocuğu gibi görünür. Bazen kendi etik değerleriyle karşı karşıya gelse de gizliden gizliye ait olduğu sömürü düzenin bir bireyi olduğu anlaşılmaktadır. (Balducci’ye karşı önce direnip sonra Arap için kendisine verilen sorumluluğu kabul etmesi, Balducci bir an ona döndüğünde at ve deri kokusu aldığında hafif bir tiksinme olsa da Balducci’nin gidişinden sonra onu üzdüğü üzerine kaygılanması… ve tam bu sırada Arap okulun kenarından varlığı hissettirdiğinde öfkeyle yerden aldığı taşı savurması- ki bir anlamda ailemle aramı açmama sen neden olacaksın tavrı-)

Ön yargılarla yaklaşsa da tipik bir öğretmen tavrıyla mahkûma seslenir, “Ye…”, “Su burada…”, “Burada oturabilirsin.” Yiyecek verip yol için erzak hazırladığında bu istenmeyen kişiye karşı bir öğretmenin sorumluluklarını yerine getirir. Tıpkı sınıfına istenmeyen bir öğrencinin gelmesinden rahatsız olan, kendi iç çatışmalarına rağmen sorumluluklarını da olabildiğince yerine getirmeye çalışan bir öğretmen gibi… Öğretmen Daru, ahlakı dürtüler ile benmerkezci dürtüler arasında sıkışıp kalmış gibidir. Öğrenci istenmese de ona yardımcı olmak öğretmenin görevidir anlayışıyla yaklaşır. Böylece vicdani bir rahatlama hissi yaşayacaktır.

Daru ve Balducci sömürgecilerin temsilcileri konumundadır. Dile getirildiği gibi Arap ve onlar arasında hiçbir zaman olası bir kardeşlik bağı oluşmayacaktır. Öykü boyunca Arap’ın ne ismi ne de hayatıyla ilgili bir paragraf geçmektedir. Daru, Arap’a cinayeti neden işlediğini sorduğunda, yazar, Arap’a neden işlediğini değil nasıl işlediğine dair bir cevapla karşılık verdirtir. Daru’yu da cevabı yeterli bulmuş gibi susturur.

Daru ve Balducci, Arap’ı cinayete sürükleyen sürece dair bilgiye karşı isteksiz ve kayıtsızdır. Her ne kadar öykü üzerine yorum yapanlar anlatıda baskın olanın vicdanına sadık kalmayı ön plana çıkararak metni bu yönünü ortaya çıkarmış olsa da bu yerinde bir tespit değildir. Daru bir anlamda “ Sana yemek, kalacak yer, içecek su verdim ve özgür bıraktım fakat aslında bunların hepsi benim vicdanımın güzelliğindendir. Yoksa sen, nedenini bilmesem de yaptığın o korkunç cinayetle, kıyafetlerinle, o fiziksel özelliklerinle bunların hiçbirine değmezsin.” Szölerini söylemese de  bizlere bu yönünü gösterir.

Camus burada tamamen oryantalist bir bakış açısıyla kendince “uygar insan ile ilken insanı” bir araya getirip, uygar insanın vicdanının ne kadar değerli olduğunu göstermeye çalışır.

Yazar, hikâyenin hiçbir yerinde okuyucu ile Arap arasında bir bağ oluşmasına da olanak sağlamaz. Bu bilinçli bir tercihtir. Çünkü bu konuda taraftır. Arap’ı öykü boyunca  hep gölgede tutar, kahramanın okur ile bağ kurmasına izin vermez. Öyküyü okuduktan sonra okur da Arap’a dair soru işaretleri kalabileceği gibi ilkel, yabani bir insan olarak hayal etmesi de çok mümkündür.

Camus, öykü boyunca yalnızca tek bir yerde Arap’ı özgür iradesiyle hareket etmesini ister; öykünün sonlarında Arap’ı kendini ölüme götürecek Tinquit şehrine yolculuk yaptırarak. Bu esnada Cezayir Milli Eğitim Bakanının Camus için söylediği söz kulağımıza ilişir. Camus’nun "Bilinçaltında", "Arap'ı öldürerek", "Cezayir'i seven ama Cezayirlilerden kurtulmadıkça bu Cezayir'i tasavvur edemeyen Siyah Ayak’ın rüyası…”

 

Kaynaklar:

1-      https://tr.wikipedia.org/wiki/Albert_Camus

2-      https://orientxxi.info/lu-vu-entendu/camus-et-l-algerie-un-humain-avec-ses-hauts-et-ses-bas,6467

 

 

 

 

 

Misafir Albert Camus

 

 

Fransızcadan Çeviren: Hamza Çelikel

 

Misafir

Albert Camus

 

Öğretmen, biri atlı öteki yayan iki adamın kendisine doğru geldiğini görüyordu. Adamlar, küçük bir dağın düz yamacındaki okula çıkan patikaya henüz ulaşmamışlardı. Daha ötelerde, yüksek çöl platosunun uçsuz bucaksız düzlüğünde, karın ve taşların arasında ağır ağır ilerlerken bir hayli zorlanıyorlardı. Zaman zaman da at, apaçık bir şekilde sendeleyip tökezliyordu. Sesi duyulmuyordu fakat burun deliklerinden inatla savurduğu buhar pekâlâ görülebiliyordu. Adamlardan biri bölgeyi iyi tanıyor olsa da günlerden beri kirli ve beyaz bir katmanın altında ve artık görünmeyen yolun izini sürmek zorunda kalmışlardı.

Öğretmen, adamların yarım saatten önce bulunduğu tepeye varamayacaklarını kestirmişti. Hava soğuktu; üzerine bir hırka almak için okula girip, sınıftan geçti. Üç gün önce kara tahtaya farklı tebeşir renkleriyle Fransa’nın dört nehri çizilmiş ve körfezlerine doğru da boyanmıştı.

Yağmur yağmaksızın sekiz ay süren kuraklığın ardından ekim ayının ortasında hoyratça kar yağmıştı ve platonun üzerine dağılmış köylerde yaşayan yirmi kadar öğrenci de artık okula gelmez olmuştu.

Öğretmen, sadece doğudaki platoya açılan sınıfa bitişik tek odalı lojmanını ısıtıyordu Daru, güzel havaları beklemek zorundaydı. Sınıfın öteki pencereleri gibi bir pencere daha güneye bakıyordu. Bu bakımdan okul, platonun güneye doğru alçalmaya başladığı yerden birkaç kilometre yüksekte bulunuyordu. Açık havalarda çölün kapısının açıldığı dağların kollarındaki mor kümeler seçilebiliyordu.

Biraz ısındıktan sonra Daru, iki adamı ilk fark ettiği pencereye yeniden sokuldu. Baktı ama kimse görünmüyordu, adamlar okula çıkan patikayı tırmanmaya koyulmuşlardı bile.

Gece karın yağışı kesilmişti, bu yüzden gökyüzü biraz daha aydınlıktı. Günün sabahı ise bulut kümelerinin yükselmesiyle güçlenen kirli bir ışığın üzerine doğmuştu. Saat öğleden sonra ikiydi fakat sanki gün yeni doğmuş gibiydi. Bugün, ardı arkası kesilmeden, koyu karanlığın ortasına yoğun karın yağdığı, sınıf kapısını sarsarak gelen küçük rüzgârların yön değiştirdiği o üç günden daha iyiydi. O günlerde Daru, uzun saatler boyunca odasında sabırla bekledi, sadece sundurmanın altına gitmek, tavuklara bakmak ve depodan kovayla kömür çekmek için çıkıyordu.

Neyse ki, şiddetli fırtınadan iki gün önce kuzeydeki en yakın köy Tadjid’den gelen kamyonla erzak ihtiyacını karşılamıştı. Kamyon, kırk sekiz saat içinde geri dönecekti. Aslında kendisine yönetim tarafından bir kuşatmaya maruz kalındığında veya kuraklık yüzünden yoksunluk içindeki ailelerin çocukları için küçük bir odayı dolduracak kadar buğday çuvalları gönderilmişti. Gerçekte yoksulluk, o bölgedeki herkesin yaşamını bütünüyle sinmiş bir talihsizlikti. Daru her gün, çocukların yiyecek ve içeceklerini dağıtıyordu. Bu kötü günler süregeldikçe bunların yetmeyeceğini iyi biliyordu. Her gün olduğu gibi belki bu akşam da babalardan veya büyük erkek kardeşlerden biri gelir ve böylece onlara tahıl verebilirdi. Geriye sadece vakti gelen ilk hasatla bir sonraki yıla kadar idare etmek zorunda kalacaktı, hepsi bu kadar. Şu sıralar Fransa’dan buğday taşıyan gemiler geliyordu ve en kötüsü artık geride kalmıştı. Fakat bu yoksulluğu, güneşin altında paçavralar içindeki hayalet ordusunu, aydan aya gidrek daha yakıcı olan bu platoları, biraz biraz büzülerek eksilen toprağı, kelimenin tam anlamıyla ayakaltında kavrularak dağılıp paramparça olan her taşı unutmak zor olacaktı. Şurada burada birkaç insan ve binlerce koyun ölüyordu. Ve bu hiçbir zaman bilinemiyordu.

Bu sefaletin içinde, herkes tarafından unutulmuş kaba sıvalı bu okulda neredeyse bir keşiş gibi yaşayan Daru, daracık kanepesi, beyaz ahşap rafları, su kuyusu ve haftalık yiyecek ve içeceklerini sağladığı erzakı ve bunların dışında sahip olduğu çok az şeyle bu hayattan gayet memnun bir şekilde kendini bir ‘beyefendi’ gibi hissediyordu. Ve hiç beklenmedik bir anda, yağmur bile dinmeden aniden bu kar yağdı. Burası böyleydi, hiçbir şeye önceden hazırlamadan, insanlar olmadan bile burada yaşamak acımasızdı. Fakat Daru burada doğmuştu. Buradan başka her yer, kendini sürgünde hissettiriyordu. Dışarı çıktı ve okulun önündeki toprak seki boyunca adımladı.

Atın üzerindeki Balducci, elleri bağlı bir Arap’ı ipin ucunu tutarak peşi sıra çekiyordu, adamın alnı önüne düşmüştü. Jandarma, Daru’nun karşılık vermediği selamlama hareketi yaptı, bakışları da tamamen, vaktiyle mavi bir cübbe giymiş, ayakları sandaletli fakat kalın gri yün çoraplarla örtülü, başında dar ve kısa bir kefiye olan Arap’ın üzerindeydi. Yaklaşıyorlardı. Balducci, adamın yaralanmaması için hayvanı acele ettirmiyor ve böylece ağır ağır ilerliyorlardı. Jandarma, duyulabilecek bir ses tonuyla bağırdı: “El Ameur’den buraya kadar üç kilometrelik yolu yapmak için bir saat!” Daru, bu söze bir karşılık vermedi. Kareli, kısa ve kalın hırkasının içinde onların yokuş yukarı çıkışına bakıyordu. Arap bir kez olsun başını kaldırmamıştı. Okulun etrafına serilmiş, toprak sekinin üzerine çıktıklarında Daru, “Selam.” diyerek onları karşıladı. “İçeri gelin ve ısının.”

Balducci hayvanın ipini bırakmadan zar zor inmişti. Soğuktan dikilmiş bıyıklarının altından öğretmene gülümsedi. Koyu esmer alnının altında çok derinlere yerleşmiş iki küçük kara gözleri ve kırışıklıklarla çevrili ağzı ona özenli ve dikkatli bir hava veriyordu.  Daru atın dizginini tuttu ve hayvanı sundurmaya götürdükten sonra okula giren bu iki adamın yanına döndü.

Önce onları odasına aldı. “Sınıfı ısıtmaya gidiyorum. “dedi ve ekledi, “ Orada daha rahat edeceğiz.”

Daru, odaya geri döndüğünde Balducci kanepenin üstündeydi fakat Arap’ı bağladığı ipin ucunu bırakmıştı. Arap da sobanın yanına çömelmişti. Fakat elleri hala bağlı ve kefiyesi geriye itilmiş bir halde pencereye doğru bakıyordu. Daru, önce adamın kocaman, dolgun, pürüzsüz ve neredeyse simsiyah dudaklarını gördü; karanlık gözleri ateş doluydu, burnu ise dümdüzdü. Başındaki kefiye inatçı alnını ortaya çıkarıyordu, tavlanmış ancak soğuktan biraz solmuş derisinin altında yüzünün tamamında biraz endişe ve isyankâr bir ifade vardı. Arap, tam bu sırada yüzünü ona çevirip gözlerinin içine baktığında Daru irkilerek kendine geldi. “Yan tarafa geçiniz.” dedi öğretmen, “Size naneli çay yapayım.” Hemen araya giren Balducci, “Teşekkürler…” dedi, “Ne angarya iş bu!” dedi, “Ne güzel olurdu şimdi emeklilik.” Mahkûma da Arapça seslenerek “Sen, gel!”

Arap, kalktı ve bileklerini onun önünde tutarak küçük adımlarla okula geçti. Daru, çayla birlikte bir sandalye getirdi. Fakat Balducci, ön sıradaki öğrenci masanın üstüne oturmuştu bile. Arap ise öğretmen kürsünün karşısına çömelmişti, masa ile pencere arasındaki sobaya çevriliydi yüzü.

Daru çay bardağını uzattığı sırada, mahkûmun elleri bağlı olduğu için bir an tereddütte kaldı, “Çözebilir miyiz, acaba?”

-          Elbette, dedi Balducci, “Yolculuk içindi...”

Adam, ayağa kalkıyormuş gibi yaptı. Fakat Daru, toprağın üzerine bardağı bırakıp Arap’ın yakınına diz çöktü. Arap tek kelime etmeden kızarmış gözlerle ona bakıyordu. Elleri çözülür çözülmez hızlıca şişmiş bileklerini ovuşturdu, çay bardağına uzandı ve hızlı hızlı çayı yudumlayarak içine çekti.

Kendince, "İyi," dedi Daru, "E, böyle nereye gidiyorsunuz?"

Balducci bıyıklarını bardaktan çekip, "Buraya evlat." diye karşılık vardı.

-      Çok güzel! Burada mı yatacaksınız?

-      Hayır, El Ameur’a geri döneceğim. Ve sen,  arkadaşı Tinquit’ye teslim edeceksin. Onu yargılamak için komisyon bekliyor. Balducci dostça küçük bir gülümsemeyle Daru’ya baktı.

-      Sen ne diyorsun, diyerek çıkıştı öğretmen, “Dalga mı geçiyorsun?”

-          Hayır evlat. Bu bir emirdir.

-          Ne emri? Anlamıyorum.

 

Daru bir an duraksadı, ne yapacağını şaşırmış bir halde, tereddütte kalmıştı. Yaşlı Korsikalıyı da

üzmek istemiyordu:

-          Neticede, bu benim işim değil!

-          Hey, bu ne demek oluyor şimdi? Savaşta her türlü iş yapılır.

-          Savaş mı? Peki, o vakit savaşın ilan edilmesini bekleyeceğim.

Bunun üzerine, Balducci, başını salladı.

-İyi, güzel fakat emirler orada ve bu seni de bağlıyor. Bir hareketlilik havası var. Yaklaşan ayaklanmadan bahsediliyor. Bir bakıma savaş haline geçiyoruz.

Daru, inatçılığını sürdürüyordu.

-          Dinle evlat, dedi Balducci. “Seni severim, öncelikle bu anlaşılsın. El Ameur’da küçük bir

bölgenin topraklarını devriye gezen altı üstü bir düzine askeriz ve ben geri dönmeliyim. Bu adamı sana emanet etmem ve hemen geri dönmem söylendi. Adamı orada koruyamazdık. Köylüler ayaklandı ve onu geri almak istiyorlar. Yarın, gün içinde onu Tinguit’e götürmelisin. Senin gibi güçlü bir adamı bu yirmi kilometre korkutacak değil ya… Sonra her şey bitiyor zaten. Öğrencilerine ve iyi bir hayata geri dönebileceksin. Hepsi bu.

Duvarın ardından, atın kişnediği ve toynaklarını yere vurduğu işitildi. Daru, pencereye doğru

baktı. Hava kararlı bir şekilde açıyordu ve ışık karla kaplı platonun üzerinde parlıyordu.

Bütün karlar eridiğinde, güneş yeniden hüküm sürecek ve taş tarlaları yeniden kavuracaktı. Günler boyunca, hiç yüzü değişmeyecek olan gökyüzü, insanı hatırlatacak hiçbir şeyin olmadığı bu ıssız enginliğin üzerine kuru ışığını akıtacaktı.

-          “Peki,” dedi, Balducci’ye dönerek, “O, ne yaptı?”

Jandarmanın konuşmasına fırsat vermeden, “Fransızca biliyor mu?” diye ekledi.

“Hayır, tek kelime bile, bir aydır onu arıyorduk ama sakladılar. Kuzenini öldürdü.”

“Peki, bize karşımı?”

“Sanmıyorum, fakat bunu asla bilemeyiz.”

“Peki, söyler misin, neden öldürdü?”

“Sanırım, aile meselesi. Görünüşe göre biri ötekine tahıl borçluymuş. Tabi bu konu net değil. Sonunda, kuzenini budama bıçağıyla öldürdü, kısa, az süren bir ölüm. Tıpkı bir koyun gibi…Tık!”

Balducci, boğazına bir bıçak çekme hareketi yaptı ve dikkatini çeken Arap, bir tür endişeyle ona baktı.

Daru, bu adama karşı hissettiği bir anlık öfke yüzünden tüm insanlara karşı, çirkin kalplerine, yorulmak nedir bilmeyen nefretlerine, kana susamışlıklarına karşı kalbini bir anda öfke sardı.

Tam bu sırada sobanın üstünde öten çaydanlığın sesi tüm dikkatleri üstüne çekti. Daru, uzandı ve Balducci’ye yeniden çay servis etti. Bir an tereddüt ettiyse de Arap’a da bir kez daha çay verdi, o da doymazlık hissiyle onu da içti. Bir an kollarını kaldırdığında üstündeki cübbe aralandı ve öğretmen onun zayıf ve kaslı göğsünü fark etti.

      - Sağol evlat, dedi Balducci, “şimdi ben yol alıyorum.”

Balducci ayağa kalktı, cebinden bir sicim çekerek Arap’a doğru yanaştı.

Birden, Daru, “Ne yapıyorsun?” diye çıkıştı, sert bir ses tonuyla.

Şaşırıp kalmıştı Balducci, ipi ona gösterdi.

       - Buna gerek yok.

Yaşlı jandarma bir an tereddüt etti.

-          Nasıl istersen, pekii… Tüfeğin var mı?

-          Av tüfeğim var.

-          Nerede?

-          Arkada

-          Yatağının yanında olmalı.

-          Neden? Bir şeyden çekindiğim falan yok.

-          Şaşırdın evlat, eğer ayaklanırlarsa, kimse güvende değil. Hepimiz aynı gemideyiz.

-          Kendimi savunacağım, Nasıl olsa geldiklerini görmek için zamanım var.

Balducci bu söze istemsizce gülüş patlattı. Sonra bıyığı, hala beyaz olan dişlerini ansızın örttü.

-          Zamanın mı var? Benim de söylediğim şey bu! Sen her zaman biraz çatlaktın. İşte bu yüzden seni severim. Benim oğlumda böyleydi.

Balducci, tam bu sırada silahını belinden çekti ve masanın üstüne bırakıp Arap’ı işaret etti.

-          Koru onu, buradan El-Ameur’e gitmek için iki silaha ihtiyacım olmayacak.

Silah siyah masanın üzerinde bir resim gibi parlıyordu. Öğretmen, masaya silahı bıraktıktan sonra jandarma kendisine döndüğünde adama sinmiş deri ve at kokusunu aldı.

-          Dinle, Balducci, dedi Daru, birden, “Bütün bunlar beni tiksindiriyor, özellikle senin şu adamın.

Fakat yine de onu teslim etmeyeceğim. Gerekliyse savaşırım, evet buna mecbur kalırsam… Fakat değil.

Yaşlı adam onun önünde durdu ve sakin bir yüz ifadesiyle ona bakıyordu.

-          Aptalca bir şey yapıyorsun, dedi yavaşça. “Bu benim için de öyle, ben de bunu istemem. bir adamı iple bağlamak bunca yıla karşın yine de insan alışamıyor. Evet, bu bir utanç ama bunu bırakmalarına izin veremeyiz.”

-          Onu teslim etmeyeceğim, diye tekrarladı Daru.

-          Bu bir emirdir evlat, Tekrar söylüyorum.

-          Tamam, sana söylediğim şeyi onlara da söyle. “Onu size vermeyeceğim!”

Balducci, kararını vermek için gözle görülür bir çaba sarf ediyordu. Bu esnada Arap’a ve Daru’ya bakıyordu. Sonunda kararını vermişti.

-          Hayır, onlara hiçbir şey söylemeyeceğim. Kendi rahatın için bizi başından atmak istiyorsan bile seni ihbar etmeyeceğim. Mahkûmu sana teslim etmek için emir aldım. Şimdi bunu yapıyorum ve bu kâğıdı imzalayacaksın.

-          Buna gerek yok, bana teslim ettiğini inkâr etmeyeceğim.

-          Huysuzluk etme! Elbette doğruyu söyleyeceğini biliyorum. Sen buralısın ve adam gibi adamsın. Ama imzalamalısın. Kural bu.

Daru, çekmeceyi açtı, yazı kalıplarını izlemek için kullandığı tüylü kırmızı ahşap kalemiyle küçük kare bir şişedeki menekşe rengindeki mürekkepten çekti ve kâğıdı imzaladı. Jandarma, kâğıdını özene bezene katladı ve cüzdanına yerleştirdi. Ardından kapıya doğru adımladı.

-          Sana eşlik edeceğim, dedi Daru.

-          Hayır, diye karşılık verdi Balducci. “Kibar olmana gerek yok, beni alçalttın.”

Ardından, olduğu yerde hareketsiz duran Arap’a baktı, acılı bir ifadeyle soludu ve bir hınçla kapıya

döndü. “Görüşürüz evlat.” diye söylendi ve çıkarken kapıyı arkasından çarptı. Balducci pencere önünde bir an belirip, kayboldu. Kar yüzünden ayak sesleri boğuklaşıyordu.  İnce duvarın ardındaki atın takırdaması, tavukların ürkerek sağa sola kaçışmaları duyuluyordu. Bir an sonra Balducci, atın dizgininden çekerek pencerenin önünden hızlıca bir kez daha geçti. Başını çevirip bakmaksızın atını yamaçtaki patika yola sürdü, önce atı ardından kendisi gözden kaybolduğu sırada büyük bir taşın ağır ağır aşağı doğru yuvarlandığı duyuldu.

Daru, kımıldamadan olduğu yerde duran mahkumına döndü, iki gözünü bir an olsun ondan

ayırmıyordu.

“Bekle.” dedi öğretmen ve odasına doğru yürüdü. Tam eşiği geçmek üzereyken fikrini değiştirdi, masaya yöneldi silahı aldı ve cebine koydu. Sonra arkasına bakmaksınız odasına yürüdü. Daru, uzun bir süre koltuğunda uzanarak gökyüzünün ağır ağır kapanmasını izledi, sessizliği dinledi. Savaştan sonra geldiğinde o ilk günlerinde yaşadığı acı bu sessizlikte kendini yine ona duyumsatmıştı. Aslında yüksek platoları çölden ayıran dağ kollarının eteğinde, küçük bir kasabada görev istemişti. Orada, olmak istediği yerde, kuzeyde yeşil ve siyah, güneyde pembe ya da leylak renkli yüksek kayalıklı duvarlar sonsuz yazın sınırını çiziyordu.

Aynı plato üzerinde fakat daha kuzeyde bir göreve atanmıştı. İlk günlerde, sadece taşların yaşadığı, verimsiz toprakların üzerindeki yalnızlık ve sessizlik ona ağır gelmişti. Bazen, topraktaki yarıklar tarım yapıldığı izlenimi veriyordu fakat bu yarıklar inşaata uygun belirli bir taşın gün ışığına çıkarmak için kazıldığında bıraktığı izlerdi.

Burada sadece taşları toplamak için çift sürülürdü. Diğer zamanlarda, çukurlarda toplanan birkaç parça sertleşmiş toprak, verimsiz köy bahçelerini gübrelemek için kazınırdı. Ve böylece bölgenin dörtte üçü yalnızca bu taşlarla kaplı olurdu. Kasabalar doğuyordu, parlıyordu ve bir süre sonra da yok oluyordu; insanlar yaşıyor, birbirini seviyor ve birbirinin boğazını dişliyor ve sonra ölüyorlardı. Bu çölde herhangi biri, ne kendisi ne de misafiri hiçbir şeydi. Bununla birlikte bu çölün dışında ne kendisi ne de öteki… Daru, gerçek yaşam sahibi olamayacaklarını biliyordu.

Kalktığında, sınıftan hiç ses gelmiyordu. Bir an Arap’ın kaçtığını, artık karar verecek bir şey olmadığını, yeniden yalnız kalacağı düşüncesiyle duyduğu içten sevinç onu şaşırttı. Fakat mahkûm hala oradaydı. Soba ile masa arasına boyluca uzanmış, sadece tavana bakıyordu. 

Bu pozisyondayken somurtkan bir yüz ifadesi veren özellikle kalın dudakları görülüyordu. 

“Gel.” dedi Daru. Arap kalktı ve onu takip etti. Öğretmen, pencerenin altında masanın yanındaki sandalyeyi işaret etti. Arap, gözlerini Daru’dan ayırmadan sandalyeye oturdu.

-          Aç mısın?

-          Evet, dedi mahkûm.

Daru iki yer sofrası kurdu. Peksimet yapmak için un ve yağı alıp, bir tepside yoğurdu, küçük

bir ocağı açtı. Peksimet pişerken dışarı çıktı ve sundurmadan peynir, yumurta, hurma ve katkısız süt alıp geldi.  Peksimet piştiğinde, pencere pervazına soğuması için bıraktı, katkısız süte su ekleyerek ısıttı ve son olarak omlet için yumurtaları çırptı.  Bu hareketlerin birinde sağ cebindeki tabancayla bir yere çarptı. İşte o an elindeki kâseyi yere bıraktı, sınıfa gitti ve masanın çekmecesini açıp, tabancayı içine bıraktı. Odaya döndüğünde artık karanlık çökmeye başlamıştı. Işığı açtı ve mahkumuna servis yapıp, “Ye…” dedi.

Öteki peksimetten bir parça koparıp aldı. Hızla ağzına götürdüğü sırada bir an durup,

-          Peki, ya sen?

-          Senden sonra, ben de yiyeceğim.

Ağzını açarken bir an tereddüt ettiyse de Arap, kararlı bir şekilde peksimetten ısırdı.

Yeniden öğretmene bakışını çevirdi:

-          Yargıç mısın?

-          Hayır, sana yarına kadar bekçilik edeceğim.

-          Neden benimle yiyorsun?

-          Çünkü açım.

Adam sustu, Daru kalktı ve çıktı. Sundurmadan bir yatak alıp geldi, masa ile sobanın arasına kendi yatağının dikine serdi. Köşede dosya rafı olarak duran büyük bir valizden yatağın üzerine bırakacağı iki yorganı çekip aldı ve yatağın üzerine yerleştirdi. Sonra durdu, öylece kaldı. Yapacak bir şey olmadığını, bir an kendini boşlukta hissederek yatağına oturdu. Hazırlanacak veya yapılacak hiçbir şey yoktu artık. Gözü bu adamın üzerinde olmalıydı. Öyle de yaptı zaten. Aşırı öfkeyle dolmuş bu yüzü hayal ederek ona baktı. Fakat bunu beceremedi. Sadece hem karanlık hem aydınlık bakışlarını ve büyük ağzını görüyordu.

-          Onu neden öldürdün? dedi Daru, kiniyle yakaladığı bir ses tonuyla.

Arap bakışını kaçırdı.

- Kaçtı, ben de peşinden koştum.

Mahkûm, yeniden Daru’ya baktı ve gözleri bir çeşit mutsuz bir sorgulamayla doluydu.

-          Şimdi bana ne yapacaklar? Korkuyor musun?

Öteki, gözlerini kaçırarak sertleşti.

-          Üzgün müsün?

Arap, ağzı açık ona baktı. Belli ki onu anlamamıştı. Daru sinirleniyordu, aynı zamanda iki yatak

arasına sıkışmış iri gövdesiyle kendini garip ve beceriksiz hissediyordu.

-          Buraya yat, dedi sabırsızca, senin yatağın.

Arap, kıpırdamadan, Daru’ya seslendi.

-          Söyle!

Öğretmen ona baktı.

-          Jandarma yarın geri gelecek mi?

-          Bilmiyorum

-          Bizimle geliyor musun?

-          Bilmiyorum, neden?

Mahkum, ayağa kalktı ve ayaklarını pencereye doğru uzatarak yorganın üzerine uzandı. Elektrikli

ampulün ışığı doğrudan gözlerine düştüğünde hemen gözlerini kapadı.

-          Neden, diye tekrarladı Daru, yatağın ucunda dikilerek. Arap göz kamaştırıcı ışığın altında gözlerini açtı ve göz kapaklarını kırpmamaya çalışarak ona baktı.

-          Yarın bizimle gel, dedi.

Daru, gecenin bir yarısına kadar hiç uyuyamadı. Elbiselerini tamamen çıkardıktan sonra ancak yatağa yerleşti: genellikle çıplak uyurdu. Fakat bir an kendini odada elbisesiz olduğunu düşündüğünde tereddüt etti. Kendini bir kötülüğe karşı savunmasız hissettiği için elbiselerini yeniden giymek istedi.

Başkalarını da böyle gördüğünü eğer gerekirse hasmını ikiye böleceğini düşünerek bu bir anlık isteğine omuz silkti.

Daru, onu gözlüyordu. Yatağında, sırt üstü hareketsiz uzanmıştı. Ve şiddetli ışığın altında gözleri kapalıydı. Işığı kapattığında koyu karanlığın sanki bir an donmuş dolduğunu hissetti. Az biraz zaman geçtikten sonra gece, yıldızsız gökyüzünün yavaş yavaş kıpırdadığı pencerede yeniden canlanıyordu. Öğretmen daha sonra önünde uzanan bedeni fark etti. Arap kıpırdamıyordu ama gözlerinin hala açık olduğu hissi veriyordu.

Okulun etrafında hafif bir rüzgâr dolaşıyordu. Belki de rüzgâr, bulutları dağıtacak ve güneş geri dönecekti. Gece rüzgâr daha da şiddetlendi. Tavuklar biraz hareketlendiyseler de sonra sustular.

Arap Daru’ya sırtını dönerek yana döndü. Böylece Daru, Arap’ın inleme sesini duydu. Ardından daha güçlü ve daha derin soluk alışını dinledi. O kadar yakından gelen bu soluğu dinledi ve uykuya dalamadan rüya gördü.

Daru’yu bir yıldan beri yalnız uyuduğu odadaki bu durum onu rahatsız ediyordu fakat mevcut durumda ve iyi bildiği bir nevi kardeşliği dayattığı için de sıkılıyordu: İster asker ister mahkûm olsun aynı odayı paylaşan insanlar, elbiseleriyle birlikte zırhlarını geride bıraktıklarında her akşam farklılıklarının ötesinde eski bir düşün ve yorgunluk topluğunda yeniden bir araya geliyormuş gibi bir bağ kurarlar. Fakat Daru bu düşünceden silkelendi, bu saçmalıklardan hoşlanmıyordu ve uyuması gerekiyordu.

Ne var ki biraz sonra Arap, belli belirsiz hareket ettiğinde öğretmen hala uyumamıştı. Mahkumın ikinci hareketiyle kaskatı kesildi, tetikteydi. Arap neredeyse uyurgezer bir hareketle kollarının üzerine doğruldu. Yatağın üzerinde oturarak başını Daru’ya çevirmeden, sanki bütün dikkatiyle dinliyormuş gibi hareketsizdi. Daru hareketsizdi, tabancanın masanın çekmecesinde olduğu düşüncesindeydi. Hemen harekete geçmek daha iyi gibiydi. Bu sırada mahkûm izlemeye devam etti; yine aynı alışıla gelen hareketle Mahkum, toprağın üzerine ayaklarını koyarak biraz daha bekledi ardından ağır ağır ayağa kalkmaya başladı. Arap hareket ettiği sırada Daru tam bir açıklama isteyecekti ki o, doğal ama bu kez olağanüstü sessizlikte yürümeye koyuldu. Sundurmaya açılan dipteki kapıya doğru yürüdü. Kapı kolunu dikkatlice oynattı, arkasından kapıyı kapatmadan iterek çıktı.

Daru kımıldamamıştı; sadece, “kaçıyor.” diye düşündü, “İyi kurtuldun!” diyerek söylendi içinden. Dikkatle kulaklarını açtı, tavuklardan ses gelmiyordu. Ötekinin dışarıda işi bitmişti. Sadece cılız bir su sesi duymuştu. Arap kapıya takılıp, dikkatlice kapatıp ses çıkarmadan yatağına dönünceye kadar bunu anlamamıştı.

Böylece Daru, ona sırtını döndü ve uykuya daldı. Daha sonra uykunun derinliklerinde, okulun çevresinde sinsi ayak sesleri duyar gibi oldu. Kendi kendine, “Rüya görüyorum, rüya görüyorum.” Diye söylendi durdu. Ve nihayet uyudu. Uyandığında gökyüzü apaçıktı; soğuk ve temiz hava çelimsiz pencereden içeri giriyordu.

Arap hala uyuyordu, yorganın altına kıvrılmış ve ağzı açıktı. Tamamen terk edilmiş hissi veriyordu. Daru onu sarstığında büyük bir korkuyla sıçradı, delice bakışlarla ve o kadar korkulu bir ifadeyle onu tanımadan baktı ki öğretmen bir adım geri atmak zorunda kaldı. “Korkma, benim, yemek vakti.” Arap başını salladı ve “Tamam” dedi. Yüzüne sakinlik yeniden gelmişti fakat dalgınlık ve dikkat dağınıklığı hala sürüyordu.

Kahve hazırdı. Kamp yatağının üstüne oturup, peksimetten parçalar ısırarak birlikte kahve içtiler. Daru, Arap’ı sundurmanın altına götürdü, ona banyonun yapılacağı yeri ve çeşmeyi gösterdi. Sonra odaya geri döndü, yatağı ve yorganları katladı. Kendi yatağını ve odasını düzene soktu. Ardından çıktı, okulun önünden geçerek toprak sekinin üstüne çıktı. Güneş mavi gökyüzünde yükselmeye başlamıştı bile; canlı ve serili bir ışık ıssız platonun üzerini kaplamıştı.

Dik yamaçta yer yer kar erimeye başlamıştı. Gençler yeniden ortaya çıkıyordu. Öğretmen platonun kenarına çömeldi. Ayaklarının dibinde uzanan uçsuz bucaksız çöle, bu ıssızlığı hayranlıkla seyrediyordu. Bir an Balducci’yi üzdüğü aklına geldi. Ve sanki kesin bir tavırla aynı gemide olmak istemiyormuş gibi bu düşünceyi başından savmıştı. Jandarmanın vedasını hala duyuyordu ve nedenini bilmeden o denli güçsüz ve bomboş hissediyordu. Tam o sırada okul duvarının kenarındaki Mahkum öksürdü.

Daru kendi o an ki durumuna rağmen bu öksürüğe kulak kesildi ve sonra öfkeyle bir taş fırlattı, taş havada ıslık çalarak karın içine gömüldü. Adamın böyle aptalca bir suç işlemesi onu tepesini attırmıştı. Fakat onu komisyona götürüp teslim etmekte onursuzluktu; bunu düşünmek bile kendini aşağıladığı hissine kapılmasına neden oluyor ve deliye çeviriyordu. Ve hem kendisine bu Arap’ı gönderenlere hem de öldürmeye cesaret edip kaçmayan mahkûmuna bir kez daha lanet okuyordu. Daru ayağa kalktı, toprak sekinin etrafında bir tur attı, hareketsiz bir şekilde bekledi sonra okula girdi. Arap, sundurmanın beton zeminine eğilmişti, iki parmağıyla dişlerini temizliyordu. Daru biraz ona baktı “Haydi,” dedi. Mahkûmun önündeki odaya girdi. Yürüyüş ayakkabılarını giyip, kazağının üzerine bir av ceketi geçirdi. Arap sandaletlerini ve kefiyesini giyinceye kadar ayakta bekledi.

Okuldan geçtiler ve öğretmen mahkûmuna çıkışı gösterdi ve “Git!” dedi, öteki kıpırdamadı, “Ben de geliyorum” dedi Daru. Arap çıktı. Daru odasına geri döndü ve peksimetten bir paket yaptı ve biraz şeker ile hurma aldı. Sınıfından çıkmadan önce masasının önünde bir an düşünceye kapılsa da hızlıca kapıyı kilitleyip okulun eşiğinden atladı.

“Bu taraftan” deyip, mahkûmun peşinden doğuya yöneldi. Fakat okuldan biraz uzaklaşınca geride cılız bir gürültü duyar gibi oldu. Geri döndü ve evin etrafını yokladı; kimse yoktu. Arap hiçbir şey anlamamış gibi ona bakıyordu. Daru, geri döndü ve “Haydi, gidiyoruz.” dedi.

Bir saat kadar yürüdüler ve bir tür kireç taşı iğnesinin yanında dinlendiler. Kar gittikçe daha hızlı eriyor, güneş su birikintilerini emiyor, kendisi gibi ağır ağır kuruyan ve havanın kendisi gibi titreşen platoyu tüm hızıyla temizliyordu. Yeniden yola koyulduklarında toprak adımlarının altında yankılanıyordu. Zaman zaman bir kuş önlerindeki sahayı neşeli sesiyle çınlatıyordu. Daru, taze ışığı derin özlemle içiyordu. Mavi gök kubbenin altında, nerdeyse tamamıyla sararmış, tanıdık bu büyük alanın önünde bir tür yüceltme duygusuna kapıldı. Bir saat kadar daha güneye doğru yürüdüler. Ufalanmış kayalardan oluşan bir tür düzleştirilmiş bir tepeye vardılar.

Buradan itibaren plato, doğuya birkaç ağacın görebileceği alçak bir düzlüğe ve oradan güneye manzaraya engebeli bir görünüm veren kaya yığınlarına doğru eğimliydi.

Daru, her iki yöne de baktı. Ufukta sadece gökyüzü vardı, görünürde tek bir insan yoktu. Kendisine anlamsızca bakan Arap’a döndü. Daru, ona bir paket uzatıp, “Al.” dedi. “İçinde hurma, ekmek ve şeker var. Bununla iki gün idare edebilirsin. İşte bin frankta para.”

Arap parayı ve paketi aldı fakat kendisine verilenlerle ne yapacağını bilmiyormuş gibi avuç içindeki para ve paketi göğüs hizasında kaldırıp öylece bekletiyordu. “Bak, şimdi.” dedi öğretmen, doğuyu eliyle işaret ederek, “İşte şu yol Tinquit’ye gidiyor. İki saatini alır. Orada yönetim ve polis var, seni bekliyorlar.” Arap, elindeki para ve paketle hala karşısında dururken doğuya bakıyordu. Daru yumuşak bir şekilde koluna girdi ve güneye doğru çeyrek tur döndürdü. Bulundukları tepenin eteğinde çok taze patika vardı. “Bu patika platonun kestirme yoludur. Buradan bir günlük yürüyüşün sonunda otlak alanları ve göçmenleri bulacaksın. Geleneklerine göre seni iyi karşılayacaklardır ve kendi içlerinde barındıracaklardır.” Arap, bu sözlere karşın Daru’ya döndü ve yüzünde bir çeşit panik ifadesi belirmişti. “Dinle,” dedi Daru, başını sallayarak, “Kulağını aç beni iyi dinle, seni bırakıyorum.” Ona sırtını döndü, okula doğru iki büyük adım attı. Hareketsiz duran Arap’a belli belirsiz baktı ve yeniden yürümeye koyuldu. Fakat öfkeyle yemin edermiş gibi elini kolunu sallayıp, yeniden yola koyuldu. Bir süre sonra tekrar durup geriye baktığında artık tepede kimse görünmüyordu.

Daru bir süre sonra tereddüt içinde kalmıştı. Güneş gökyüzünde yeterince yükselmiş, alnını yalayıp yutmaya başlamıştı. Sonra bir an düşündüyse de önce biraz kararsız ardından kararlı bir şekilde geriye döndü ve hızlı hızlı yürümeye koyuldu. Küçük bir tepenin başına geldiğinde, terden sırılsıklam olmuştu. Tırmanmaya devam etti. Tepenin en zirve noktasına hızlıca çıktığında nefes nefese kalmıştı. Mavi gökyüzünde güneydeki kayalık tarlalar açıkça görünüyordu fakat doğudaki sıcak hava buğusu yükselmeye başlamıştı bile. 

Bu hafif sisin içinde Daru, kalbi sıkışmış bir halde, hapishane yolunda ağır ağır giden Arap’ı gördü.

Aradan bir hayli zaman geçtikten sonra öğretmen, sınıf penceresinin önünde, gökyüzünün yükseklerindeki genç ışığın platonun tüm yüzeyine dağılmasını görmeden izledi. Arkasındaki siyah kara tahtada, Fransız nehirlerinin kıvrımlarının arasında az önce okuduğu beceriksiz bir el tarafından yazılmış, “Kardeşimizi teslim ettin, bedelini ödeyeceksin.”

Daru gökyüzüne baktı, platoya, daha da ötesindeki denize kadar uzanan görünmez topraklara baktı. Çok sevdiği bu büyük ülke de yalnızdı.


Fransızca Metin: https://www.dokamo.nc/wp-content/files/Lhote_Camus.pdf

                                                                 


  Film: Kulağını Bana Aç  (25") Yazan / Yöneten-Written / Directed by Hamza Çelikel Oyuncular / Cast Aliye Uslu Zafer Çayan Görüntü Yön...