Fransızcadan
Çeviren: Hamza Çelikel
Misafir
Albert Camus
Öğretmen, biri atlı öteki yayan iki adamın
kendisine doğru geldiğini görüyordu. Adamlar, küçük bir dağın düz yamacındaki
okula çıkan patikaya henüz ulaşmamışlardı. Daha ötelerde, yüksek çöl platosunun
uçsuz bucaksız düzlüğünde, karın ve taşların arasında ağır ağır ilerlerken bir
hayli zorlanıyorlardı. Zaman zaman da at, apaçık bir şekilde sendeleyip
tökezliyordu. Sesi duyulmuyordu fakat burun deliklerinden inatla savurduğu
buhar pekâlâ görülebiliyordu. Adamlardan biri bölgeyi iyi tanıyor olsa da
günlerden beri kirli ve beyaz bir katmanın altında ve artık görünmeyen yolun
izini sürmek zorunda kalmışlardı.
Öğretmen, adamların yarım saatten önce bulunduğu
tepeye varamayacaklarını kestirmişti. Hava soğuktu; üzerine bir hırka almak
için okula girip, sınıftan geçti. Üç gün önce kara tahtaya farklı tebeşir
renkleriyle Fransa’nın dört nehri çizilmiş ve körfezlerine doğru da boyanmıştı.
Yağmur yağmaksızın sekiz ay süren kuraklığın
ardından ekim ayının ortasında hoyratça kar yağmıştı ve platonun üzerine
dağılmış köylerde yaşayan yirmi kadar öğrenci de artık okula gelmez olmuştu.
Öğretmen, sadece doğudaki platoya açılan sınıfa
bitişik tek odalı lojmanını ısıtıyordu Daru, güzel havaları beklemek zorundaydı.
Sınıfın öteki pencereleri gibi bir pencere daha güneye bakıyordu. Bu bakımdan
okul, platonun güneye doğru alçalmaya başladığı yerden birkaç kilometre yüksekte
bulunuyordu. Açık havalarda çölün kapısının açıldığı dağların kollarındaki mor
kümeler seçilebiliyordu.
Biraz ısındıktan sonra Daru, iki adamı ilk fark ettiği pencereye
yeniden sokuldu. Baktı ama kimse görünmüyordu, adamlar okula çıkan patikayı tırmanmaya
koyulmuşlardı bile.
Gece karın yağışı kesilmişti, bu yüzden gökyüzü
biraz daha aydınlıktı. Günün sabahı ise bulut kümelerinin yükselmesiyle güçlenen
kirli bir ışığın üzerine doğmuştu. Saat öğleden sonra ikiydi fakat sanki gün
yeni doğmuş gibiydi. Bugün, ardı arkası kesilmeden, koyu karanlığın ortasına
yoğun karın yağdığı, sınıf kapısını sarsarak gelen küçük rüzgârların yön
değiştirdiği o üç günden daha iyiydi. O günlerde Daru, uzun saatler boyunca
odasında sabırla bekledi, sadece sundurmanın altına gitmek, tavuklara bakmak ve
depodan kovayla kömür çekmek için çıkıyordu.
Neyse ki, şiddetli fırtınadan iki gün önce
kuzeydeki en yakın köy Tadjid’den gelen kamyonla erzak ihtiyacını karşılamıştı.
Kamyon, kırk sekiz saat içinde geri dönecekti. Aslında kendisine yönetim
tarafından bir kuşatmaya maruz kalındığında veya kuraklık yüzünden yoksunluk
içindeki ailelerin çocukları için küçük bir odayı dolduracak kadar buğday
çuvalları gönderilmişti. Gerçekte yoksulluk, o bölgedeki herkesin yaşamını
bütünüyle sinmiş bir talihsizlikti. Daru her gün, çocukların yiyecek ve
içeceklerini dağıtıyordu. Bu kötü günler süregeldikçe bunların yetmeyeceğini
iyi biliyordu. Her gün olduğu gibi belki bu akşam da babalardan veya büyük
erkek kardeşlerden biri gelir ve böylece onlara tahıl verebilirdi. Geriye
sadece vakti gelen ilk hasatla bir sonraki yıla kadar idare etmek zorunda
kalacaktı, hepsi bu kadar. Şu sıralar Fransa’dan buğday taşıyan gemiler
geliyordu ve en kötüsü artık geride kalmıştı. Fakat bu yoksulluğu, güneşin
altında paçavralar içindeki hayalet ordusunu, aydan aya gidrek daha yakıcı olan
bu platoları, biraz biraz büzülerek eksilen toprağı, kelimenin tam anlamıyla ayakaltında
kavrularak dağılıp paramparça olan her taşı unutmak zor olacaktı. Şurada burada
birkaç insan ve binlerce koyun ölüyordu. Ve bu hiçbir zaman bilinemiyordu.
Bu sefaletin içinde, herkes tarafından unutulmuş
kaba sıvalı bu okulda neredeyse bir keşiş gibi yaşayan Daru, daracık kanepesi,
beyaz ahşap rafları, su kuyusu ve haftalık yiyecek ve içeceklerini sağladığı
erzakı ve bunların dışında sahip olduğu çok az şeyle bu hayattan gayet memnun
bir şekilde kendini bir ‘beyefendi’ gibi hissediyordu. Ve hiç beklenmedik bir
anda, yağmur bile dinmeden aniden bu kar yağdı. Burası böyleydi, hiçbir şeye
önceden hazırlamadan, insanlar olmadan bile burada yaşamak acımasızdı. Fakat
Daru burada doğmuştu. Buradan başka her yer, kendini sürgünde hissettiriyordu.
Dışarı çıktı ve okulun önündeki toprak seki boyunca adımladı.
Atın üzerindeki Balducci, elleri bağlı bir Arap’ı ipin
ucunu tutarak peşi sıra çekiyordu, adamın alnı önüne düşmüştü. Jandarma,
Daru’nun karşılık vermediği selamlama hareketi yaptı, bakışları da tamamen,
vaktiyle mavi bir cübbe giymiş, ayakları sandaletli fakat kalın gri yün
çoraplarla örtülü, başında dar ve kısa bir kefiye olan Arap’ın üzerindeydi.
Yaklaşıyorlardı. Balducci, adamın yaralanmaması için hayvanı acele ettirmiyor
ve böylece ağır ağır ilerliyorlardı. Jandarma, duyulabilecek bir ses tonuyla
bağırdı: “El Ameur’den buraya kadar üç kilometrelik yolu yapmak için bir saat!”
Daru, bu söze bir karşılık vermedi. Kareli, kısa ve kalın hırkasının içinde
onların yokuş yukarı çıkışına bakıyordu. Arap bir kez olsun başını
kaldırmamıştı. Okulun etrafına serilmiş, toprak sekinin üzerine çıktıklarında
Daru, “Selam.” diyerek onları karşıladı. “İçeri gelin ve ısının.”
Balducci hayvanın ipini bırakmadan zar zor inmişti.
Soğuktan dikilmiş bıyıklarının altından öğretmene gülümsedi. Koyu esmer alnının
altında çok derinlere yerleşmiş iki küçük kara gözleri ve kırışıklıklarla
çevrili ağzı ona özenli ve dikkatli bir hava veriyordu. Daru atın dizginini tuttu ve hayvanı
sundurmaya götürdükten sonra okula giren bu iki adamın yanına döndü.
Önce onları odasına aldı. “Sınıfı ısıtmaya
gidiyorum. “dedi ve ekledi, “ Orada daha rahat edeceğiz.”
Daru, odaya geri döndüğünde Balducci kanepenin
üstündeydi fakat Arap’ı bağladığı ipin ucunu bırakmıştı. Arap da sobanın yanına
çömelmişti. Fakat elleri hala bağlı ve kefiyesi geriye itilmiş bir halde
pencereye doğru bakıyordu. Daru, önce adamın kocaman, dolgun, pürüzsüz ve
neredeyse simsiyah dudaklarını gördü; karanlık gözleri ateş doluydu, burnu ise
dümdüzdü. Başındaki kefiye inatçı alnını ortaya çıkarıyordu, tavlanmış ancak
soğuktan biraz solmuş derisinin altında yüzünün tamamında biraz endişe ve
isyankâr bir ifade vardı. Arap, tam bu sırada yüzünü ona çevirip gözlerinin
içine baktığında Daru irkilerek kendine geldi. “Yan tarafa geçiniz.” dedi
öğretmen, “Size naneli çay yapayım.” Hemen araya giren Balducci, “Teşekkürler…”
dedi, “Ne angarya iş bu!” dedi, “Ne güzel olurdu şimdi emeklilik.” Mahkûma da Arapça
seslenerek “Sen, gel!”
Arap, kalktı ve bileklerini onun önünde tutarak
küçük adımlarla okula geçti. Daru, çayla birlikte bir sandalye getirdi. Fakat
Balducci, ön sıradaki öğrenci masanın üstüne oturmuştu bile. Arap ise öğretmen
kürsünün karşısına çömelmişti, masa ile pencere arasındaki sobaya çevriliydi
yüzü.
Daru çay bardağını uzattığı sırada, mahkûmun elleri
bağlı olduğu için bir an tereddütte kaldı, “Çözebilir miyiz, acaba?”
-
Elbette, dedi Balducci, “Yolculuk içindi...”
Adam, ayağa kalkıyormuş gibi yaptı. Fakat Daru,
toprağın üzerine bardağı bırakıp Arap’ın yakınına diz çöktü. Arap tek kelime
etmeden kızarmış gözlerle ona bakıyordu. Elleri çözülür çözülmez hızlıca şişmiş
bileklerini ovuşturdu, çay bardağına uzandı ve hızlı hızlı çayı yudumlayarak
içine çekti.
Kendince, "İyi," dedi Daru, "E,
böyle nereye gidiyorsunuz?"
Balducci bıyıklarını bardaktan çekip, "Buraya
evlat." diye karşılık vardı.
- Çok güzel! Burada mı yatacaksınız?
- Hayır,
El Ameur’a geri döneceğim. Ve sen, arkadaşı
Tinquit’ye teslim edeceksin. Onu yargılamak için komisyon bekliyor. Balducci
dostça küçük bir gülümsemeyle Daru’ya baktı.
- Sen ne
diyorsun, diyerek çıkıştı öğretmen, “Dalga mı geçiyorsun?”
-
Hayır evlat. Bu bir emirdir.
-
Ne emri? Anlamıyorum.
Daru bir an
duraksadı, ne yapacağını şaşırmış bir halde, tereddütte kalmıştı. Yaşlı
Korsikalıyı da
üzmek istemiyordu:
-
Neticede, bu benim işim değil!
-
Hey, bu ne demek oluyor şimdi? Savaşta her türlü
iş yapılır.
-
Savaş mı? Peki, o vakit savaşın ilan edilmesini
bekleyeceğim.
Bunun üzerine, Balducci, başını salladı.
-İyi, güzel fakat
emirler orada ve bu seni de bağlıyor. Bir hareketlilik havası var. Yaklaşan
ayaklanmadan bahsediliyor. Bir bakıma savaş haline geçiyoruz.
Daru, inatçılığını
sürdürüyordu.
-
Dinle evlat, dedi Balducci. “Seni severim,
öncelikle bu anlaşılsın. El Ameur’da küçük bir
bölgenin topraklarını devriye gezen altı üstü bir düzine askeriz ve
ben geri dönmeliyim. Bu adamı sana emanet etmem ve hemen geri dönmem söylendi.
Adamı orada koruyamazdık. Köylüler ayaklandı ve onu geri almak istiyorlar.
Yarın, gün içinde onu Tinguit’e götürmelisin. Senin gibi güçlü bir adamı bu
yirmi kilometre korkutacak değil ya… Sonra her şey bitiyor zaten. Öğrencilerine
ve iyi bir hayata geri dönebileceksin. Hepsi bu.
Duvarın ardından,
atın kişnediği ve toynaklarını yere vurduğu işitildi. Daru, pencereye doğru
baktı. Hava kararlı bir şekilde açıyordu ve ışık karla kaplı platonun
üzerinde parlıyordu.
Bütün karlar eridiğinde, güneş yeniden
hüküm sürecek ve taş tarlaları yeniden kavuracaktı. Günler boyunca, hiç yüzü
değişmeyecek olan gökyüzü, insanı hatırlatacak hiçbir şeyin olmadığı bu ıssız
enginliğin üzerine kuru ışığını akıtacaktı.
-
“Peki,” dedi, Balducci’ye dönerek, “O, ne
yaptı?”
Jandarmanın konuşmasına fırsat vermeden, “Fransızca
biliyor mu?” diye ekledi.
“Hayır, tek kelime bile, bir aydır onu arıyorduk
ama sakladılar. Kuzenini öldürdü.”
“Peki, bize karşımı?”
“Sanmıyorum, fakat bunu asla bilemeyiz.”
“Peki, söyler misin, neden öldürdü?”
“Sanırım, aile meselesi. Görünüşe göre biri ötekine
tahıl borçluymuş. Tabi bu konu net değil. Sonunda, kuzenini budama bıçağıyla
öldürdü, kısa, az süren bir ölüm. Tıpkı bir koyun gibi…Tık!”
Balducci, boğazına bir bıçak çekme hareketi yaptı
ve dikkatini çeken Arap, bir tür endişeyle ona baktı.
Daru, bu adama karşı hissettiği bir anlık öfke
yüzünden tüm insanlara karşı, çirkin kalplerine, yorulmak nedir bilmeyen
nefretlerine, kana susamışlıklarına karşı kalbini bir anda öfke sardı.
Tam bu sırada sobanın üstünde öten çaydanlığın sesi
tüm dikkatleri üstüne çekti. Daru, uzandı ve Balducci’ye yeniden çay servis
etti. Bir an tereddüt ettiyse de Arap’a da bir kez daha çay verdi, o da doymazlık
hissiyle onu da içti. Bir an kollarını kaldırdığında üstündeki cübbe aralandı
ve öğretmen onun zayıf ve kaslı göğsünü fark etti.
- Sağol evlat, dedi
Balducci, “şimdi ben yol alıyorum.”
Balducci ayağa kalktı, cebinden bir sicim çekerek Arap’a doğru
yanaştı.
Birden, Daru, “Ne yapıyorsun?” diye çıkıştı, sert bir ses tonuyla.
Şaşırıp kalmıştı Balducci, ipi ona gösterdi.
- Buna gerek yok.
Yaşlı jandarma bir an tereddüt etti.
-
Nasıl istersen, pekii… Tüfeğin var mı?
-
Av tüfeğim var.
-
Nerede?
-
Arkada
-
Yatağının yanında olmalı.
-
Neden? Bir şeyden çekindiğim falan yok.
-
Şaşırdın evlat,
eğer ayaklanırlarsa, kimse güvende değil. Hepimiz aynı gemideyiz.
-
Kendimi savunacağım, Nasıl olsa geldiklerini
görmek için zamanım var.
Balducci bu söze istemsizce gülüş patlattı. Sonra bıyığı, hala beyaz
olan dişlerini ansızın örttü.
-
Zamanın mı var? Benim de söylediğim şey bu! Sen her
zaman biraz çatlaktın. İşte bu yüzden seni severim. Benim oğlumda böyleydi.
Balducci, tam bu sırada silahını belinden çekti ve
masanın üstüne bırakıp Arap’ı işaret etti.
-
Koru onu, buradan El-Ameur’e gitmek için iki
silaha ihtiyacım olmayacak.
Silah siyah masanın üzerinde bir resim gibi parlıyordu.
Öğretmen, masaya silahı bıraktıktan sonra jandarma kendisine döndüğünde adama
sinmiş deri ve at kokusunu aldı.
-
Dinle, Balducci, dedi Daru, birden, “Bütün
bunlar beni tiksindiriyor, özellikle senin şu adamın.
Fakat yine de onu teslim etmeyeceğim. Gerekliyse
savaşırım, evet buna mecbur kalırsam… Fakat değil.
Yaşlı adam onun önünde durdu ve sakin bir yüz
ifadesiyle ona bakıyordu.
-
Aptalca bir şey yapıyorsun, dedi yavaşça. “Bu
benim için de öyle, ben de bunu istemem. bir adamı iple bağlamak bunca yıla karşın
yine de insan alışamıyor. Evet, bu bir utanç ama bunu bırakmalarına izin
veremeyiz.”
-
Onu teslim etmeyeceğim, diye tekrarladı Daru.
-
Bu bir emirdir evlat, Tekrar söylüyorum.
-
Tamam, sana söylediğim şeyi onlara da söyle.
“Onu size vermeyeceğim!”
Balducci, kararını vermek için gözle görülür bir
çaba sarf ediyordu. Bu esnada Arap’a ve Daru’ya bakıyordu. Sonunda kararını
vermişti.
-
Hayır, onlara hiçbir şey söylemeyeceğim. Kendi
rahatın için bizi başından atmak istiyorsan bile seni ihbar etmeyeceğim.
Mahkûmu sana teslim etmek için emir aldım. Şimdi bunu yapıyorum ve bu kâğıdı
imzalayacaksın.
-
Buna gerek yok, bana teslim ettiğini inkâr
etmeyeceğim.
-
Huysuzluk etme! Elbette doğruyu söyleyeceğini
biliyorum. Sen buralısın ve adam gibi adamsın. Ama imzalamalısın. Kural bu.
Daru, çekmeceyi açtı, yazı kalıplarını izlemek için
kullandığı tüylü kırmızı ahşap kalemiyle küçük kare bir şişedeki menekşe rengindeki
mürekkepten çekti ve kâğıdı imzaladı. Jandarma, kâğıdını özene bezene katladı
ve cüzdanına yerleştirdi. Ardından kapıya doğru adımladı.
-
Sana eşlik edeceğim, dedi Daru.
-
Hayır, diye karşılık verdi Balducci. “Kibar
olmana gerek yok, beni alçalttın.”
Ardından, olduğu
yerde hareketsiz duran Arap’a baktı, acılı bir ifadeyle soludu ve bir hınçla
kapıya
döndü. “Görüşürüz evlat.” diye söylendi ve çıkarken kapıyı arkasından
çarptı. Balducci pencere önünde bir an belirip, kayboldu. Kar yüzünden ayak
sesleri boğuklaşıyordu. İnce duvarın
ardındaki atın takırdaması, tavukların ürkerek sağa sola kaçışmaları
duyuluyordu. Bir an sonra Balducci, atın dizgininden çekerek pencerenin önünden
hızlıca bir kez daha geçti. Başını çevirip bakmaksızın atını yamaçtaki patika
yola sürdü, önce atı ardından kendisi gözden kaybolduğu sırada büyük bir taşın
ağır ağır aşağı doğru yuvarlandığı duyuldu.
Daru, kımıldamadan olduğu yerde duran mahkumına
döndü, iki gözünü bir an olsun ondan
ayırmıyordu.
“Bekle.” dedi öğretmen ve odasına doğru yürüdü. Tam
eşiği geçmek üzereyken fikrini değiştirdi, masaya yöneldi silahı aldı ve cebine
koydu. Sonra arkasına bakmaksınız odasına yürüdü. Daru, uzun bir süre
koltuğunda uzanarak gökyüzünün ağır ağır kapanmasını izledi, sessizliği
dinledi. Savaştan sonra geldiğinde o ilk günlerinde yaşadığı acı bu sessizlikte
kendini yine ona duyumsatmıştı. Aslında yüksek platoları çölden ayıran dağ
kollarının eteğinde, küçük bir kasabada görev istemişti. Orada, olmak istediği yerde,
kuzeyde yeşil ve siyah, güneyde pembe ya da leylak renkli yüksek kayalıklı
duvarlar sonsuz yazın sınırını çiziyordu.
Aynı plato üzerinde fakat daha kuzeyde bir göreve
atanmıştı. İlk günlerde, sadece taşların yaşadığı, verimsiz toprakların
üzerindeki yalnızlık ve sessizlik ona ağır gelmişti. Bazen, topraktaki yarıklar
tarım yapıldığı izlenimi veriyordu fakat bu yarıklar inşaata uygun belirli bir
taşın gün ışığına çıkarmak için kazıldığında bıraktığı izlerdi.
Burada sadece taşları toplamak için çift sürülürdü. Diğer zamanlarda,
çukurlarda toplanan birkaç parça sertleşmiş toprak, verimsiz köy bahçelerini
gübrelemek için kazınırdı. Ve böylece bölgenin dörtte üçü yalnızca bu taşlarla kaplı
olurdu. Kasabalar doğuyordu, parlıyordu ve bir süre sonra da yok oluyordu;
insanlar yaşıyor, birbirini seviyor ve birbirinin boğazını dişliyor ve sonra
ölüyorlardı. Bu çölde herhangi biri, ne kendisi ne de misafiri hiçbir şeydi.
Bununla birlikte bu çölün dışında ne kendisi ne de öteki… Daru, gerçek yaşam
sahibi olamayacaklarını biliyordu.
Kalktığında, sınıftan hiç ses gelmiyordu. Bir an
Arap’ın kaçtığını, artık karar verecek bir şey olmadığını, yeniden yalnız
kalacağı düşüncesiyle duyduğu içten sevinç onu şaşırttı. Fakat mahkûm hala
oradaydı. Soba ile masa arasına boyluca uzanmış, sadece tavana bakıyordu.
Bu pozisyondayken somurtkan bir yüz ifadesi veren
özellikle kalın dudakları görülüyordu.
“Gel.” dedi Daru. Arap kalktı ve onu takip etti. Öğretmen, pencerenin
altında masanın yanındaki sandalyeyi işaret etti. Arap, gözlerini Daru’dan
ayırmadan sandalyeye oturdu.
-
Aç mısın?
-
Evet, dedi mahkûm.
Daru iki yer sofrası kurdu. Peksimet
yapmak için un ve yağı alıp, bir tepside yoğurdu, küçük
bir ocağı açtı. Peksimet pişerken dışarı çıktı ve sundurmadan peynir,
yumurta, hurma ve katkısız süt alıp geldi.
Peksimet piştiğinde, pencere pervazına soğuması için bıraktı, katkısız
süte su ekleyerek ısıttı ve son olarak omlet için yumurtaları çırptı. Bu hareketlerin birinde sağ cebindeki tabancayla
bir yere çarptı. İşte o an elindeki kâseyi yere bıraktı, sınıfa gitti ve
masanın çekmecesini açıp, tabancayı içine bıraktı. Odaya döndüğünde artık
karanlık çökmeye başlamıştı. Işığı açtı ve mahkumuna servis yapıp, “Ye…” dedi.
Öteki peksimetten bir parça koparıp aldı. Hızla
ağzına götürdüğü sırada bir an durup,
-
Peki, ya sen?
-
Senden sonra, ben de yiyeceğim.
Ağzını açarken bir an tereddüt ettiyse de Arap,
kararlı bir şekilde peksimetten ısırdı.
Yeniden öğretmene bakışını çevirdi:
-
Yargıç mısın?
-
Hayır, sana yarına kadar bekçilik edeceğim.
-
Neden benimle yiyorsun?
-
Çünkü açım.
Adam sustu, Daru kalktı ve çıktı. Sundurmadan bir
yatak alıp geldi, masa ile sobanın arasına kendi yatağının dikine serdi. Köşede
dosya rafı olarak duran büyük bir valizden yatağın üzerine bırakacağı iki
yorganı çekip aldı ve yatağın üzerine yerleştirdi. Sonra durdu, öylece kaldı.
Yapacak bir şey olmadığını, bir an kendini boşlukta hissederek yatağına oturdu.
Hazırlanacak veya yapılacak hiçbir şey yoktu artık. Gözü bu adamın üzerinde
olmalıydı. Öyle de yaptı zaten. Aşırı öfkeyle dolmuş bu yüzü hayal ederek ona
baktı. Fakat bunu beceremedi. Sadece hem karanlık hem aydınlık bakışlarını ve büyük
ağzını görüyordu.
-
Onu neden öldürdün? dedi Daru, kiniyle
yakaladığı bir ses tonuyla.
Arap bakışını
kaçırdı.
- Kaçtı, ben de
peşinden koştum.
Mahkûm, yeniden Daru’ya baktı ve gözleri bir çeşit mutsuz bir
sorgulamayla doluydu.
-
Şimdi bana ne yapacaklar? Korkuyor musun?
Öteki, gözlerini kaçırarak sertleşti.
-
Üzgün müsün?
Arap, ağzı açık
ona baktı. Belli ki onu anlamamıştı. Daru sinirleniyordu, aynı zamanda iki
yatak
arasına sıkışmış iri gövdesiyle kendini garip ve beceriksiz
hissediyordu.
-
Buraya yat, dedi sabırsızca, senin yatağın.
Arap, kıpırdamadan, Daru’ya seslendi.
-
Söyle!
Öğretmen ona baktı.
-
Jandarma yarın geri gelecek mi?
-
Bilmiyorum
-
Bizimle geliyor musun?
-
Bilmiyorum, neden?
Mahkum, ayağa
kalktı ve ayaklarını pencereye doğru uzatarak yorganın üzerine uzandı.
Elektrikli
ampulün ışığı doğrudan gözlerine düştüğünde hemen gözlerini kapadı.
-
Neden, diye tekrarladı Daru, yatağın ucunda
dikilerek. Arap göz kamaştırıcı ışığın altında gözlerini açtı ve göz
kapaklarını kırpmamaya çalışarak ona baktı.
-
Yarın bizimle gel, dedi.
Daru, gecenin bir yarısına kadar hiç uyuyamadı.
Elbiselerini tamamen çıkardıktan sonra ancak yatağa yerleşti: genellikle çıplak
uyurdu. Fakat bir an kendini odada elbisesiz olduğunu düşündüğünde tereddüt
etti. Kendini bir kötülüğe karşı savunmasız hissettiği için elbiselerini
yeniden giymek istedi.
Başkalarını da böyle gördüğünü eğer gerekirse hasmını ikiye böleceğini
düşünerek bu bir anlık isteğine omuz silkti.
Daru, onu gözlüyordu. Yatağında, sırt üstü
hareketsiz uzanmıştı. Ve şiddetli ışığın altında gözleri kapalıydı. Işığı
kapattığında koyu karanlığın sanki bir an donmuş dolduğunu hissetti. Az biraz
zaman geçtikten sonra gece, yıldızsız gökyüzünün yavaş yavaş kıpırdadığı
pencerede yeniden canlanıyordu. Öğretmen daha sonra önünde uzanan bedeni fark
etti. Arap kıpırdamıyordu ama gözlerinin hala açık olduğu hissi veriyordu.
Okulun etrafında hafif bir rüzgâr dolaşıyordu.
Belki de rüzgâr, bulutları dağıtacak ve güneş geri dönecekti. Gece rüzgâr daha
da şiddetlendi. Tavuklar biraz hareketlendiyseler de sonra sustular.
Arap Daru’ya sırtını dönerek yana döndü. Böylece Daru, Arap’ın
inleme sesini duydu. Ardından daha güçlü ve daha derin soluk alışını dinledi. O
kadar yakından gelen bu soluğu dinledi ve uykuya dalamadan rüya gördü.
Daru’yu bir yıldan beri yalnız uyuduğu odadaki bu
durum onu rahatsız ediyordu fakat mevcut durumda ve iyi bildiği bir nevi
kardeşliği dayattığı için de sıkılıyordu: İster asker ister mahkûm olsun aynı
odayı paylaşan insanlar, elbiseleriyle birlikte zırhlarını geride bıraktıklarında
her akşam farklılıklarının ötesinde eski bir düşün ve yorgunluk topluğunda
yeniden bir araya geliyormuş gibi bir bağ kurarlar. Fakat Daru bu düşünceden
silkelendi, bu saçmalıklardan hoşlanmıyordu ve uyuması gerekiyordu.
Ne var ki biraz sonra Arap, belli belirsiz hareket
ettiğinde öğretmen hala uyumamıştı. Mahkumın ikinci hareketiyle kaskatı
kesildi, tetikteydi. Arap neredeyse uyurgezer bir hareketle kollarının üzerine
doğruldu. Yatağın üzerinde oturarak başını Daru’ya çevirmeden, sanki bütün
dikkatiyle dinliyormuş gibi hareketsizdi. Daru hareketsizdi, tabancanın masanın
çekmecesinde olduğu düşüncesindeydi. Hemen harekete geçmek daha iyi gibiydi. Bu
sırada mahkûm izlemeye devam etti; yine aynı alışıla gelen hareketle Mahkum,
toprağın üzerine ayaklarını koyarak biraz daha bekledi ardından ağır ağır ayağa
kalkmaya başladı. Arap hareket ettiği sırada Daru tam bir açıklama isteyecekti
ki o, doğal ama bu kez olağanüstü sessizlikte yürümeye koyuldu. Sundurmaya
açılan dipteki kapıya doğru yürüdü. Kapı kolunu dikkatlice oynattı, arkasından kapıyı
kapatmadan iterek çıktı.
Daru kımıldamamıştı; sadece, “kaçıyor.” diye
düşündü, “İyi kurtuldun!” diyerek söylendi içinden. Dikkatle kulaklarını açtı,
tavuklardan ses gelmiyordu. Ötekinin dışarıda işi bitmişti. Sadece cılız bir su
sesi duymuştu. Arap kapıya takılıp, dikkatlice kapatıp ses çıkarmadan yatağına
dönünceye kadar bunu anlamamıştı.
Böylece Daru, ona sırtını döndü ve uykuya daldı. Daha sonra uykunun
derinliklerinde, okulun çevresinde sinsi ayak sesleri duyar gibi oldu. Kendi
kendine, “Rüya görüyorum, rüya görüyorum.” Diye söylendi durdu. Ve nihayet
uyudu. Uyandığında gökyüzü apaçıktı; soğuk ve temiz hava çelimsiz pencereden
içeri giriyordu.
Arap hala uyuyordu, yorganın altına kıvrılmış ve
ağzı açıktı. Tamamen terk edilmiş hissi veriyordu. Daru onu sarstığında büyük
bir korkuyla sıçradı, delice bakışlarla ve o kadar korkulu bir ifadeyle onu
tanımadan baktı ki öğretmen bir adım geri atmak zorunda kaldı. “Korkma, benim,
yemek vakti.” Arap başını salladı ve “Tamam” dedi. Yüzüne sakinlik yeniden
gelmişti fakat dalgınlık ve dikkat dağınıklığı hala sürüyordu.
Kahve hazırdı. Kamp yatağının üstüne oturup,
peksimetten parçalar ısırarak birlikte kahve içtiler. Daru, Arap’ı sundurmanın
altına götürdü, ona banyonun yapılacağı yeri ve çeşmeyi gösterdi. Sonra odaya
geri döndü, yatağı ve yorganları katladı. Kendi yatağını ve odasını düzene
soktu. Ardından çıktı, okulun önünden geçerek toprak sekinin üstüne çıktı.
Güneş mavi gökyüzünde yükselmeye başlamıştı bile; canlı ve serili bir ışık
ıssız platonun üzerini kaplamıştı.
Dik yamaçta yer yer kar erimeye başlamıştı. Gençler
yeniden ortaya çıkıyordu. Öğretmen platonun kenarına çömeldi. Ayaklarının
dibinde uzanan uçsuz bucaksız çöle, bu ıssızlığı hayranlıkla seyrediyordu. Bir
an Balducci’yi üzdüğü aklına geldi. Ve sanki kesin bir tavırla aynı gemide
olmak istemiyormuş gibi bu düşünceyi başından savmıştı. Jandarmanın vedasını
hala duyuyordu ve nedenini bilmeden o denli güçsüz ve bomboş hissediyordu. Tam
o sırada okul duvarının kenarındaki Mahkum öksürdü.
Daru kendi o an ki durumuna rağmen bu öksürüğe kulak
kesildi ve sonra öfkeyle bir taş fırlattı, taş havada ıslık çalarak karın içine
gömüldü. Adamın böyle aptalca bir suç işlemesi onu tepesini attırmıştı. Fakat onu
komisyona götürüp teslim etmekte onursuzluktu; bunu düşünmek bile kendini
aşağıladığı hissine kapılmasına neden oluyor ve deliye çeviriyordu. Ve hem kendisine
bu Arap’ı gönderenlere hem de öldürmeye cesaret edip kaçmayan mahkûmuna bir kez
daha lanet okuyordu. Daru ayağa kalktı, toprak sekinin etrafında bir tur attı,
hareketsiz bir şekilde bekledi sonra okula girdi. Arap, sundurmanın beton
zeminine eğilmişti, iki parmağıyla dişlerini temizliyordu. Daru biraz ona baktı
“Haydi,” dedi. Mahkûmun önündeki odaya girdi. Yürüyüş ayakkabılarını giyip,
kazağının üzerine bir av ceketi geçirdi. Arap sandaletlerini ve kefiyesini giyinceye
kadar ayakta bekledi.
Okuldan geçtiler ve öğretmen mahkûmuna çıkışı
gösterdi ve “Git!” dedi, öteki kıpırdamadı, “Ben de geliyorum” dedi Daru. Arap
çıktı. Daru odasına geri döndü ve peksimetten bir paket yaptı ve biraz şeker
ile hurma aldı. Sınıfından çıkmadan önce masasının önünde bir an düşünceye
kapılsa da hızlıca kapıyı kilitleyip okulun eşiğinden atladı.
“Bu taraftan” deyip, mahkûmun peşinden doğuya
yöneldi. Fakat okuldan biraz uzaklaşınca geride cılız bir gürültü duyar gibi
oldu. Geri döndü ve evin etrafını yokladı; kimse yoktu. Arap hiçbir şey anlamamış
gibi ona bakıyordu. Daru, geri döndü ve “Haydi, gidiyoruz.” dedi.
Bir saat kadar yürüdüler ve bir tür kireç taşı
iğnesinin yanında dinlendiler. Kar gittikçe daha hızlı eriyor, güneş su
birikintilerini emiyor, kendisi gibi ağır ağır kuruyan ve havanın kendisi gibi titreşen
platoyu tüm hızıyla temizliyordu. Yeniden yola koyulduklarında toprak adımlarının
altında yankılanıyordu. Zaman zaman bir kuş önlerindeki sahayı neşeli sesiyle
çınlatıyordu. Daru, taze ışığı derin özlemle içiyordu. Mavi gök kubbenin
altında, nerdeyse tamamıyla sararmış, tanıdık bu büyük alanın önünde bir tür yüceltme
duygusuna kapıldı. Bir saat kadar daha güneye doğru yürüdüler. Ufalanmış
kayalardan oluşan bir tür düzleştirilmiş bir tepeye vardılar.
Buradan itibaren plato, doğuya birkaç ağacın görebileceği
alçak bir düzlüğe ve oradan güneye manzaraya engebeli bir görünüm veren kaya yığınlarına
doğru eğimliydi.
Daru, her iki yöne de baktı. Ufukta sadece gökyüzü vardı, görünürde
tek bir insan yoktu. Kendisine anlamsızca bakan Arap’a döndü. Daru, ona bir
paket uzatıp, “Al.” dedi. “İçinde hurma, ekmek ve şeker var. Bununla iki gün
idare edebilirsin. İşte bin frankta para.”
Arap parayı ve paketi aldı fakat kendisine verilenlerle ne yapacağını
bilmiyormuş gibi avuç içindeki para ve paketi göğüs hizasında kaldırıp öylece
bekletiyordu. “Bak, şimdi.” dedi öğretmen, doğuyu eliyle işaret ederek, “İşte
şu yol Tinquit’ye gidiyor. İki saatini alır. Orada yönetim ve polis var, seni
bekliyorlar.” Arap, elindeki para ve paketle hala karşısında dururken doğuya
bakıyordu. Daru yumuşak bir şekilde koluna girdi ve güneye doğru çeyrek tur
döndürdü. Bulundukları tepenin eteğinde çok taze patika vardı. “Bu patika
platonun kestirme yoludur. Buradan bir günlük yürüyüşün sonunda otlak alanları
ve göçmenleri bulacaksın. Geleneklerine göre seni iyi karşılayacaklardır ve
kendi içlerinde barındıracaklardır.” Arap, bu sözlere karşın Daru’ya döndü ve
yüzünde bir çeşit panik ifadesi belirmişti. “Dinle,” dedi Daru, başını sallayarak,
“Kulağını aç beni iyi dinle, seni bırakıyorum.” Ona sırtını döndü, okula doğru
iki büyük adım attı. Hareketsiz duran Arap’a belli belirsiz baktı ve yeniden
yürümeye koyuldu. Fakat öfkeyle yemin edermiş gibi elini kolunu sallayıp,
yeniden yola koyuldu. Bir süre sonra tekrar durup geriye baktığında artık
tepede kimse görünmüyordu.
Daru bir süre sonra tereddüt içinde kalmıştı. Güneş
gökyüzünde yeterince yükselmiş, alnını yalayıp yutmaya başlamıştı. Sonra bir an
düşündüyse de önce biraz kararsız ardından kararlı bir şekilde geriye döndü ve
hızlı hızlı yürümeye koyuldu. Küçük bir tepenin başına geldiğinde, terden
sırılsıklam olmuştu. Tırmanmaya devam etti. Tepenin en zirve noktasına hızlıca
çıktığında nefes nefese kalmıştı. Mavi gökyüzünde güneydeki kayalık tarlalar
açıkça görünüyordu fakat doğudaki sıcak hava buğusu yükselmeye başlamıştı
bile.
Bu hafif sisin içinde Daru, kalbi sıkışmış bir halde, hapishane
yolunda ağır ağır giden Arap’ı gördü.
Aradan bir hayli zaman geçtikten sonra öğretmen,
sınıf penceresinin önünde, gökyüzünün yükseklerindeki genç ışığın platonun tüm
yüzeyine dağılmasını görmeden izledi. Arkasındaki siyah kara tahtada, Fransız
nehirlerinin kıvrımlarının arasında az önce okuduğu beceriksiz bir el
tarafından yazılmış, “Kardeşimizi teslim ettin, bedelini ödeyeceksin.”
Daru gökyüzüne baktı, platoya, daha da ötesindeki
denize kadar uzanan görünmez topraklara baktı. Çok sevdiği bu büyük ülke de yalnızdı.
Fransızca Metin: https://www.dokamo.nc/wp-content/files/Lhote_Camus.pdf